Sunday, May 15, 2011

Erasmus'tayken neler öğrendim?

Çok az dostum olduğunu, buna karşılık dünyanın her yerinden arkadaşım olduğunu;

Değer vermenin her zaman karşılıklı olmadığını;

Kişisel zaaflarımızın arkadaşlıklarımızı yenebileceğini;

Yalnızlığın, insanın kendi seçimi olabileceğini, bu yüzden bunu seçmiş insanlara önyargılı yaklaşmamak gerektiğini;

Sosyalleşmenin, hayatına yeni insanlar kabul etmenin yorucu olduğunu ve her yeni insan kabul edişte bir olası kaybedişi baştan kabullenmek gerektiğini;

Yaş ilerledikce sosyalleşme enerjisinin azalabileceğini;

Yeni yerlere/insanlara/kurumlara adapte olmanin yıpratıcı olduğunu, bünyeyi sürekli bir adaptasyon sınavına sokmanın tehlikeli olabileceğini;

Bir dili ne kadar iyi konuşursan konuş, ilişkilerde kültürel geçmişimizin ve ifade kültürümüzün çok önemli yer kapladığını;

Insanları yetiştiği kültüre göre değerlendirmek gerektiğini, yetiştirilmedikleri gibi davranmadıkları icin onları suçlamamak gerektigini;

Aşk, sevgi, özlem, alışkanlıklara düşkünlük, kıskançlık vb. insani duygunun dil/kültür tanımadığını, sadece şekil değiştirdiğini;

Gerçekten Doğu ve Batı kültürü diye iki ayrı şey olduğunu;

Dünyanın hangi güzel yerinde olursan ol, hangi güzel insanlarıyla birlikte olursan ol, eğer kendini ait hissettiğin yerde değilsen, her zaman biraz "yalnız" olduğunu;

Aslında, kendini ait hissettiğin yerde de nihayetinde kendinle başbaşa olduğunu, cünkü en cok zamani kendinle geçirdiğini ve yaşadıklarını yaşayan tek diğer kişinin yine sen olduğunu;

Insanın alıştıklarının, benimsediklerinin ve sahiplendiklerinin kölesi olduğunu, bir şeylere alıştığımız, bir şeyleri benimseyip, sahiplendiğimiz sürece gerçekten özgür olamayacağımızı;

Belki de özgürlüğün bu manada çok da gerekli olmadığını, benimsemenin insani bir ihtiyaç(ya da zaaf) olduğunu;

İnsanın sevilmeye muhtaç olduğunu, sevildiği sürece var olabileceğini(ya da öyle hissettiğini); 

Orda bir yerlerde ailenin seni beklediğini ve seni her şeye rağmen, ne yaparsan yap sevmeye devam edeceklerini bilmenin paha biçilemez olduğunu,

Ve dünyanın öbür ucunda bile olsan, bir gün dönüp evine annenin kucağına tekrar yatabileceğini bilmenin inanılmaz bir lüks olduğunu öğrendim.

Milano'dan sevgilerle...

Saturday, April 9, 2011

Verona

Bugün Verona'yı gezdim. Evet, Romeo ve Juliette'in şehri. Hani o çok romantik olan şehir. Ama eger yanınızda iki kız arkadaşınızla gitmişseniz, romantik oldugunu çok hissedemiyorsunuz. Ya da en azından, hissettiğiniz an kovalıyorsunuz o hissi, " Git git, gelme" diye...

Bugün hava 28 dereceydi ve bir 8 Nisan günü için yeterince olağandışıydı. Şort-terlikle olmadğıma çok üzüldüm gerçekten. Neyse, biz sıcağa rağmen bütün şehri yaya dolaştık, hiç toplu taşıma aracı kullanmadık. Ancak, çok küçük bir şehir de zannetmeyin, nitekim benim beklediğimden çok çok daha büyük bir şehir çıktı Verona.
Porta Nuova'dan manzara
Teatro Romano

Verona'da 4 büyük kilise var, bunların girişi ücretli, ki bize biraz garip geldi... Duomo'dansa, Sant'Anastasia çok daha hoşumuza gitti. Onun dışında, nehir kenarı boyunca yürümek şiddetle tavsiye edilir. Manzara inanılmaz. Nehrin karşısına geçip, Teatro Romano'nun içi gezilebilir, ki biz fazla zamanımız olmadığı için içine girmedik. Dönüşte yorgunluk kahvesi için, Duomo'nun karsısındaki bar'ın bahçesinde ara verilebilir.


Juliette'n evi beni hayal kırıklıgına ugrattı. Açıkçası, ben tam bir turizm tuzağı oldugunu düşünüyorum. Ayrıca, girişteki, sevgililerin "sevgilerini" ifade ettikleri duvarlar goruntu kirliliginden başka bir şey değil. İnsanın şevkini kırıyor...
Göğsüne dokunmanın şans/aşk getirdiğine inanılan Giulietta heykeli (Sağ göğsünün rengine dikkat!)

Şehrin piazzaları tam insanı mutlu eden İtalyan şehir manzarasını sunuyor. Ben o goruntuden de, meydanda oturup farniente tadında kahve icip, etrafı seyretmekten de çok zevk alıyorum.


 He bu arada görülmeye değer bir de Arena var tabiki. Şehrin ortasında etkileyici Roma amfitiyatrosu...

 

 Şansımıza bugün şehirde şarap ve zeytinyağı degüstasyonu vardı. http://www.vinitaly.com/ Hemen atladık kaçırmadık, 3 şarap ve 2 zeytinyağı tattık. Brunelli di Montalcino, Dolcetta d'Alba ve nerenin olduğunu unuttuğum bir prosecco içtim. Şaraplar da çok iyiydi hoştu da, o zeytinyağları neydi ya... Bir somon ekmek verse, hepsini yerdim o yağla...


Şimdilik bu kadar. Pazar günü Como'ya gideceğim, dönüşte yine yazarım.

Farniente ülkesinden sevgiler...

Wednesday, March 30, 2011

Otobüste Katliam

Bunu yazmasaydım ölürdüm. Az önce Milano'nun merkezinden en işlek otobüslerinden birine bindim. İlk önce zaten bu saatte( 21.30), otobüsün bu kadar dolu olmasına şaştım, çünkü genelde o saatte otobüste 7-8 kişi olur max. ilk durakta. Neyse, ön kapıdan ortalara ilerledim yer bulabilmek için, gittikçe burnuma kötü bir koku gelmeye başladı. Koku giderek etkisini arttırdı. Bunun otobüsün kalabalık olmasından kaynakladıgını düşündüm.

Tabi, kötü kokuyu orta kapının orda uyuyan,biraz derbeder görünüşlü ve bir sürü eşyası olan yaşlı çifte kondurmak olmazdı hemen. Önyargı olurdu, doğru olmazdı... Ben ilerledim, onların 2 arka sırasındaki boş yere oturdum. Ama koku dayanılacak gibi değildi. Yok kusacaktım neredeyse. Yanımdaki kadına baktım, burnunu kapatıyor. Ben de aynısını yapmaya başladım.

Etrafımdaki herkes aynı şeyi yapmaya başlamıştı. Evet, koku yaşlı çiftten geliyordu. Ve saçlarından da geliyor olabilirdi spesifik olarak. Adamın gri uzun saçları, uzun zamandır yıkanmamışa benziyordu. Bazen nefes alabiliyordum rahat rahat ama sonra bir koku dalgası geliyordu ki, kusacak gibi oluyordum.

Sonraki duraklarda, orta kapıdan binen masum insanları izlemekse trajikomikti. Bindikten sonraki ilk saniyelerdeki, yüz ifadelerinin değişimini gözlemliyordum. Yüzlerini bururşturarak, ön ya da arka tarafa doğru kaçışıyorlardı. Bizse, yanımdaki kadınla kader birliği yapmıştık, burnumuzu kapatarak nefes almaya çalışıyorduk, ama ben kendimi tutamayıp gülüyordum artık...

Evet, Milano hakkındaki en kötü deneyimim buydu herhalde, hırsızlık deneyimimden sonra. Ama bunun sizin başınıza geleceğini sanmıyorum. Yılda kaç kere olur ki böyle bir şey. Ya da hayatta kaç kere...

Milano'dan sevgilerle...

Sunday, March 27, 2011

Yurt Yaşamı @Milano vs. @Sabancı

Yurdu niye anlatıyor şimdi bu, diyebilirsiniz. Bunu hissediyorum:) Ama bahsetmek istediğim birkaç önemli nokta var:
1)
Kaldığım yurt, üniversitemin(devlet üniversitesi) öğrencilerine aylık 180 Euro'ya sağladığı yurt. Biz, Erasmus öğrencilerinden 300 Euro alıyorlar, neden bilmiyorum. Ama ben, çok da şikayet etmiyorum, helali hoş olsun verdiğim para:) Milano gibi bir yerde 300 Euroya kalacak yerim var ya yeter! Hem deee...


Sabancı'daki(özel üniversite, ne kadar ben para ödemesem de) yurdumun, yaklaşık 2.5 katı büyüklüğünde. Her hafta, çarşafları değiştirmelerinin yanında, tüm havlularını da değiştiriyorlar. Şimdi sıkı durun: Üstüne tuvalet kağıdını veriyorlar! Şimdi bunlardan bize ne, diyebilirsiniz... Ancak, bir noktaya dikkat çekmek istiyorum. Çok öğrenci yanlısı değil mi?

Daha bitmedi. Yurtta kaldığın için Sodexho kart benzeri bir kartın var, üniversitenin yemekhanesinden %50 indirimli yemek yiyorsun. Akşamları yemekhanede yemek istemeyeceğini de düşünmüşler, şehrin çeşitli noktalarında anlaşmalı restoranlarda indirimli yiyebiliyorsun.

Şimdi insan bunları görünce, isyan etmeden yapamıyor. İtalya, öyle çok çok sosyal bir devlet sayılmaz. Bir Kanada, bir İsveç değil. Ama öğrencilerine bu imkanları sağlaması çok hoş. He bu sadece benim üniversiteme has bir şeyse, bu sefer devlet üniversitesi olan üniversitemi bu öğrenci yanlısı yaklaşımından dolayı kutlamak lazım!

Allah aşkına, Sabancı bunların aldığının 2 katı parayı (İstanbul'la buradaki alımgücü farkını düşünürsek daha da fazla); şehre 45 km uzaklıkta bunun yarısı kadar bir oda için alıyor ve biz her öğüne yaklaşık 10-12 lira gibi bir para ödüyoruz. Sabancı yurdunun, haftada bir olan temizliği(burada 2 haftada bir) ve koridorlardaki sebiller dışında cazip bir yanı yok. Tekrar söylüyorum, ben Sabancı'ya zaten hiç para ödemiyorum. Ancak, vakıf üniversitesi olan okulumuzda-ve diğer vakıf üniversitelerinde- ya da Türkiye'deki devlet üniversitelerinde aynı anlayışı görememek, insanı üzüyor.

2)
Şimdi bir de, yurttaki sosyal yaşantıdan bahsedeceğim. Ama önce Sabancı'dan alışık olduğumuz bir durumdan bahsetmem gerekiyor.

Biz Sabancı'da selam verme özürlüyüzdür. Bu ne demektir? Şimdi, birini tanıyorsunuzdur, aynı dersi almışsınızdır ya da aynı projede yer almışsınızdır ya da birlikte ödev yapmış/sınava çalışmışsınızdır.  Ama bunlar, geçen dönem olmuştur mesela. O zaman, artık selam vermenize gerek kalmaz. Yani, gözgöze bile gelseniz, kafanızı rahatlıkla çevirebilirsiniz. He bu arada, selam verme derken, durup ayakta 5 dk. hal hatır sormaktan bahsetmiyoruz. Bir "Selam" olabilir, sadece bir gülümseme olabilir, o bile zor geliyorsa, başınla bir selam verme olabilir... Hayır, bu insanlar seni gördüğünde başını biraz olsun eğerek selam vermekten acizdirler ama facebook'ta "arkadas" olarak eklemekten geri durmazlar!

Gelelim buradaki duruma... Malum ben yeni olduğum için yurtta çok insan tanımıyordum. Yani yeni yeni tanımaya başladım. Neyse, yurda giriyorsun ya, koridorun diğer ucunda bile biri varsa "Ciao" diyor:) Başlarda, herhalde bana demiyordur, tanımıyor beni diyordum. Çevreme bakıyordum, başkasına mı dedi, diye:) Hani bırakın yanyana/gözgöze gelmeyi, ben onun orada olduğunu bile farketmemişim biri bana " Ciao" diyor:)  Mutfaga gidiyorum, kimseyi tanımıyorum, hepsi "teker teker" "Ciao" diyor. Mutfağın önünden biri mi geçiyor, kapıdan başını sokup "Ciao" deyip öyle geçiyor... Mutfakta karşılaşıp da, sohbete başlamadığım İtalyan olmadı şu ana kadar... Ya bu ne güzel memlekettir ya:)

Velhasıl, bu vesileyle tekrar: I love Italy!

Friday, March 25, 2011

Bir Ay Sonunda Milano İzlenimleri

Milano'ya geleli çok oldu ama hem blogspot'un Turkiye'de yasaklanması hevesimi kırdı; hem de daha yeni şöyle bir durup, yaşadıklarımı tartıp biçme imkanı buldum.

 Milano, turistler için çok kaydadeğer bir şehir değil aslında. 1 günde turstik her yerine gidersiniz, üstüne alışverişinizi de yaparsınız:) He ben daha bu vakte gelene kadar, turistik hiçbir yerini daha gezmedim. Bu benim ayıbım, kabul ediyorum. Şöyle söyleyeyim: Duomo'nun içini bile gezmedim daha. Nasılsa hep buradayım ya, bir gün gezerim diye gezmiyorum işte:) İstanbul'da yaşarken Kız Kulesi'ne ya da Hidiv Kasrı'na gitmemek gibi.

Ama ben Milano'da yaşamayı çok sevdim. Hem İtalya'dasınız... Yani klasik sevdiğimiz İtalyan özellikleri; güleryüzlü, sıcak insanlar, iyi yemekler, kulağa inanılmaz hoş gelen bir dil,  müthiş bir sanatsal miras, sanata saygı vs... Hem de İtalya'ya göre daha bir Avrupa şehrindesiniz. Yani, kuzeyde olmasının getirdiği disiplin (İtalyanlara nazaran), diğer şehirlerde çok bulamayacağınız dakiklik(nispeten diyelim, nitekim bir alman zamanlamasını da beklememek lazım)... Üstelik büyükşehir olmasının verdiği, kültürel/sanatsal etkinliklerin çokluğu, toplu taşıma araçlarının yaygın olması, akşam dışarı çıkmak için birden fazla seçeneğinizin olması...vs. benim sevmem için önemli faktörler... Bakmayın biz İstanbullular, akşam Bebek'e mi gitsek, Taksim'e mi çıksak, yoksa Bağdat Caddesi'ne mi gitsek lüksüne alışkın olduğumuz için, bir şehirde dışarı çıkmak için seçme şansının olmasının ne kadar önemli bir şey olduğunu fark edemiyoruz. Lafı gelmişken, bir kez daha İstanbul'umuzun önünde saygıyla eğiliyorum:)

Milano da çok sayıda bir milletin yaşadığı bir şehir. Ama Paris kadar korkutucu gelmiyor bana yine de. Şu ana kadar, Milano sokaklarında bir kere bile tedirgin olmadım. Paris'teki kadar dilenci kesinlikle yok. Çok çok sayıda çiçek, garip oyuncak..vs satıcısı var. Bazen, yapışkan olabiliyorlar ama kararlı bir şekilde "No, grazie" diyince genelde gidiyorlar:) Bu biraz da sizin ne kadar turist göründüğünüze bağlı.

He bu arada benim yurdum şehir dışında diye geçiyor ama otobüsle 15 dk'da merkeze gidebiliyorum bu şehir dışından:) Ben genelde yurdumun konumu itibariyle otobüs kullanıyorum ve buradaki otobüslere bayılıyorum. Hızlı, temiz ve güvenliler. Metroyu çok tercih etmiyorum bu yüzden. Sizlere de www.atm.it adresinden yararlanmanızı ve otobüs kullanmanızı tavsiye ederim.

Metroda, özellikle merkezi duraklarda ve yoğun saatlerde hırsızlık olaylarına karşı dikkat etmek de gerekiyor. Nitekim başımıza böyle bir olay da geldi. Kalabalıkla metroya binmeye çalışırken arkadaşımın cüzdanını çalıp, içindeki paraları aldıktan sonra cüzdanı metroda yere atmaları herhalde 30 sn filan sürdü. Biz olayı anlayıncaya kadar, ilk durakta inmiş bulundular hem de... Velhasıl, hırsızlık olaylarına karşı, her büyükşehirde olduğu gibi kalabalık yerlerde dikkat etmek lazım. Ama bu olaydan sonra ne başıma bir şey geldi, ne de tedirgin olduğum bir durum oldu. Bunu da belirtmek isterim...

Biraz daha zaman geçince, muhtemelen daha sağlıklı tespitler de yapmış olurum şehir üstüne. O zaman tekrar yazacağım...

Thursday, March 24, 2011

yine yeni yeniden

Bugun, havaalanlari ve seyehat kurallari acisindan yine ilginc bir gun oldu. Ilk olarak, Istanbul’da check-in kuyrugundaki yer gorevlisi beni soru yagmuruna tuttu. “Italya’ya ne zaman gittiniz?”,”Baska hangi ulkelere gittiniz?”,”Almanya’ya gittiniz mi?”,”italya’ya nicin gidiyorsunuz?”…vs. Ben tabi ki de panik oldum. “Baska bi yere gitmedim, italya’ya gittim, bir de buraya geldim. Ama neden bu sorulari soruyorsunuz anlamadim” dedim. (Italya’dan Fransa’ya gittigimi soylemedim, cunku pasaportumda Fransa’ya dair hic bir iz yok:),ic ucus filan geyigine)

Neyse, adam tatmin olmadi. “Peki, Munih’e hic gitmediniz mi?” diye sordu. Heh, dedim ya. Bana bunlarla gel, niye korkutuyorsun? Dedim, buraya gelirken ordan aktarmali geldim, iste bilet de burada. Adam ancak ve ancak bileti gordukten sonra tatmin oldu. Simdi soru şu, adam beni panikletip keyif almak icin mi yapti bunlari, yoksa benim italya icin egitim vizem hakikaten baska ulkelere gitmeme izin vermiyor mu? Eger oyleyse, benim arastirip buldugum Nisan 2010′da AB’nin cikardigi yeni yasa ne yasasi? Kimsenin bundan haberi yok mu? He yoksa var da, kucuk bir Turkish girl’le anlasip oyun mu oynuyorlar? He diyelim ben kacak kucak Almanya’ya gittim, sana ne bundan yahu? Elin uyanik almani beni uyarmamis, ben ordan guzel vatanima gelmisim, simdi gidiyorum. Sana noluyor yani?

Sonra, Zurih’e geldim. Yine pasaport kontrolu… Kadin, oturma izniniz var mi diye soruyor. Yahu, vizem var iste, orda okuyorum, simdi de cok degerli Zurih’inizden transfer yapip Milano’ya gidecegim, yine okumak icin… Oturma iznim olmasa nolcak, birak Italya dusunsun oraya kacak mi yerlesegim, siyasi siginma talebinde mi bulunacagim napacagim. Velhasil, kadina guzellikle oturma iznime basvurdugumu ama henuz cikmadigini, ogrenci vizemin uzun sureli oldugunu…vs anlattim.

Son olay da, benim basima degil, Zurih’te guvenlik sirasinda onumdeki Misir’li bir adamin basina geldi. Ama benim de sinirim bozuldu. Adam, Misir’da duty free’den icki filan almis, poset de kilitli. Guvenlik gorevlisi, ilk olarak onlari Istanbul’dan mi aldi diye sordu. Sonra da, Misir’in AB’ye dahil olmadigi icin ickileri check-in’e vermesi gerektigini soyledi. Adam da kuzu kuzu gitti check-in’e. Ickileri nasil check-in’e verecek hicbir fikrim yok tabi bu arada (Star Alliance uyesi havayolu sirketleri, artik “fragile” etiketi vermiyormus haberiniz olsun).  Ben dayanamadim gorevliye, “Nasil yani? Duty free’den almis olmasina ve duty free posetinin kilitli olmasına ragmen mi alamiyorsunuz?” dedim. Adam, bana yine AB, kurallar murallar diye geldi. Hay dedim, sizin AB’nize de… Ama bu kural Istanbul icin gecerli midir bilmiyorum. Belki, biz muzakere surecindeyiz, Avrupa bilmem ne Ekonomi Birligine,bilmem kac yildir uyeyiz diye bize kiyak geciyorlardir.

PS: Hayatımın en kısa ucak yolculugunu da yapmış bulunuyorum: Zurih-Milano, 30 dk.

Sunday, February 27, 2011

Pierre Hermé

Evet, demiştim Pierre Hérme'yi de deneyeceğim, yazacağım diye. Şimdi yazıyorum:

Pierre Hermé, La Durée'deki gibi oturarak servis alamazsınız, take away çalışıyorlar, bir kere bu aklınızda olsun. Ama Pierre Hermé'de de çikolata avantajı var, macaron ve tatlı haricinde. Ancak, fiyatları La Durée'den daha yüksek.

Ben sadece macaronlarını tattım. Onları karşılaştıracak olursam eğer, Pierre Hermé'de macaron çeşitleri La Durée'den daha ilginç, ona lafım yok. Yenilikçi karışımlar var, mesela işte kestaneyle yeşil çay ya da efendime soyleyeyim şeftali, kayısı ve safran gibi karışımlar yapmış La Durée'nin eski şefi Pierre Hermé. Macaronlar estetik olarak da daha süslü ve renkliler ona da lafım yok. Ama ben dokularını daha yumuşak buldum ve o La Durée'deki çıtırlığı ve yoğun aromayı bulamadım.

Benden bu kadar, denemesi sizden...

kısa kısa Paris vol. 2

Artık Milano'dayım ama Paris'te aldığım son birkaç notu da yazayım, belki birgün lazım olur birilerine:)

1)Herhangi bir gazete bayinden Officiel des Spectacle adli haftalık kültür-sanat rehberini 35 cent'e alarak, o hafta Paris'te sinema, tiyatro, konser, gösteri, sergi, konferans, festival ...vs ne varsa öğrenebilirsiniz. Hem de en ince ayrıntısına kadar. En ücra köşelerden en merkeze, en ünlü/popüler etkinliklerden en ünsüzlere...

Ben bundan en çok klasik müzik konserleri için yararlandım. Neredeyse yarısının ücretsiz olduğu bu konserlerde, yaş ortalaması genellikle 50 oluyor, bazen 40'a da inebiliyor:) Girişi ücretsiz olan konserleri de uyduruk sanmayın, çok iyi genç yetenekleri dinleme şansınız olabilir.

2)Paris'te döviz bozdurmanız gerekirse, sakın garlarda ya da turistik yerlerde bozdurmayın. Bourse duraginin oralarda, herhangi bir döviz bürosunda bozdurun. Başıma geldiğinden biliyorum, aksi takdirde 15 ila 30 euro arasinda bir kayıp söz konusu olabilir. Tabi zaten eğer ben değilseniz, muhtemelen Fransa'ya giderken yanınızda euro'dan başka dolar filan olmaz da, yine aklınızda bulunsun:)

3)Fransız bir arkadaşınız, bulaşık süngeriyle yer fayansını silebilir (Yere ayakkabıyla bastığımızı da hesaba katın lütfen). Bu durumda, ağzınızı kapatmayı unutmayın. Ve ona, bu yaptığının hiç de hijyenik olmadığını, o süngerle tabakları yıkadığımızı ve yere bastığımız o ayakkabıyla da metroya binip tuvalete girdiğimizi filan anlatmakla uğraşmayıın:) Deterjanı bu yüzden kullandığımızı söylemekle yetinecektir.

4)Başka bir Fransız arkadaşınız ise, mutfak evyesinde ayakkabılarını yıkayabilir. Bu durumda da 3. maddede verilen uyarıları göz önünde bulundurunuz.

Tuesday, February 22, 2011

EasyJet'le en pahalı nasıl uculur? Gelin benden ögrenin!

Her şey, Milano-Paris yolculugum icin Easyjet'ten bilet bakmamla başladı. Çok mutluydum çünkü o "her yerin birbirine çok yakın olduğu, bir yerden bir yere gitmenin çok ucuz olduğu Avrupa'da" iç uçuş yapacaktım. O Türkiye'den Avrupa'ya low cost uçamamaktan ötürü yıllardır içimizde birikmiş ezikliğime bir son verecektim. Şimdi intikam zamanıydı! Hahaha...  

Gerçekten de 53 Euro'ya GİDİŞ-DÖNÜŞ biletimi buldum, harika... sonra ustune vergi bindi. Dedim, " Ya Gulnur sen de, cimrilik yapma, hayatında ilk defa bu kadar ucuza ucacaksın, hala sımarıklık yapıyorsun.". Sonra, check-in'e verilecek bavulunuz varsa (olmaz mı!), 20 euro daha... Ona da tamam dedim, 90 euroya Paris'e gidip geliyorsun, fena mı!

Buraya kadar her şey cok duzgundu zaten. Ta ki, Milano'da görevli kadının bana el cantanızı (her kadının kolunda tasıdıgı cantadan bahsediyor) kabin cantanızın içine sokun diye cırlamasına kadar. Biraz inat ettim, bakın her kadının vardır kişisel çantası ve bu kabin bagajı sayılmaz. Yok efendim, her yerde yazıyormuş, "One Item" diye. Tamam da ben onu gerçekten 1 item olarak anlamadım ki:) 1 kabin bagajı anladım...Hayır zaten kontuarda, bir de bilgisayar çantamı kabin çantama sıkıştırmıştım:):) neyse, sinirlerim biraz yıpranmıs olsa da (herseyi bir cantaya sıgdırcam diye, itip kakıştırmaktan eşyalarımı, insanda sinir kalmaz tabi), Paris'e vardım. Easyjet'le olan munasebetimi de unuttum...

Ancaaaak, bugün havaalanında daha kotusunu yaşadım. Guya akıllanmıstım, tamam 1 item'a izin veriyorlardı, ben de herşeyi sıkıştırdım ve buyukce bir kabin cantası yaptım. Bildiginiz, spor cantası buyuklugunde bir çanta. Ancaaaak, Turk'un aklı her seye yetmiyor tabi. Benim spor cantamın, kabin standartlarına uymayabilecegini ( ya da EasyJet'in bu kadar sıkı kontrol edecegini:)) hesaba katmamısım. Yanımda elin gavurları benim cantamdan daha buyuk cantalarla(nerdeyse kucuk bavullar) çatur çutur geçiyor. Ben geçemiyorum! Neden? cunku benim çantam o igrenc kabin olculerine uygun kutunun içine girmiyor bir turlu. Sonuç olarak, ucağın kalkmasına 45 dk kala, guvenlik kontrolunden hemen once geri cevrildim. Yani check-in'den gecmeme ragmen. Hayda en bastan!

Ve sıkı durun! Extra bagaj için 25 euro, extra bagajdaki her kilo için 12 euro odedim. Sinirlerimin yıpranması da cabası. Emin olun o anda odedigim para, hiç umrumda olmadı, o kadar sıkılmıştım. O anda elimde olsa ve elimdeki her şeyi bırakıp gidebilsem gidecektim. Odemek de yetmedi, tekrar sıraya gir, bilmem ne...

He peki, Milano'dan gelirken "bir şekilde" geldim bir şey ödemeden de, Paris'ten giderken niye böyle şeyler başıma geldi? İşte o da, Italy vs. France!

İşte benim gibi bir Türk küçükhanım da Easyjet'le nasıl uculurmus, o kadar cok kıyafet tasımaya gerek varmıymıs, küçük/gereksiz hesaplar peşinde koşmak işe yarıyormuymus çok güzel öğrendi! (Umarım:))

Kıssadan hisse:
1)EasyJet'le ucunuz, ancak bagaj konusunda butun kuralları harfiyen uyguladıklarını unutmayınız. Kendi çapınızda küçük Türk çakallıkları yapmaya çalışmayınız, sinirinizin bozulmasıyla kalırsınız.

2)Kontuardaki gorevliye, "Bir şey yapamaz mısınız?" diye sormayınız:) Ya da terslenmeyi goze alınız, like I did:)

3)Gittiğiniz ülkenin milli kişilik özelliklerini göz önüne alınız!

Tuesday, February 15, 2011

kısa kısa Paris vol. 1

1)Metro tamam bizimkinden yaklaşık bir 100 yıl daha eski ama bu illa 10 yıllık bizimkinin daha temiz, Paris metrosunun süper kirli olduğunu göstermez, biliyorum. Ama bunu bilmem öyle hissetmemi engellemiyor:) Üstelik gerçekten çok kirli gözüküyor! Sonuç olarak, İstanbul'da olduğumdan çok daha temizlik/hijyen hastasıyım burda. Sürekli, metroya bindikten sonra ellerimi yıkayıp yıkamadığımı düşünüyorum. Bu ne demek biliyor musunuz? Yolda yürürken, elinizle bir şey yiyemeyeceğiniz veya en basitinden yüzünüze dokunamayacağınız anlamına geliyor:) Günde kaç kere ellerimi yıkıyorum bilmiyorum. Yıkama imkanım olmadığı zaman da, ıslak mendil imdadıma yetişiyor Allah'tan...

2)Burada her fotoğrafını çektiğim sokak sanatçısına(fotoğraf çektirerek para kazananlardan bahsetmiyorum) ayıp olmasın diye para vermekten imanım gevredi.

3)Cumartesi günü "How to become a Parisian in one hour" adlı oyunu izledim. Çok başarılıydı, çok güldüm. Ukala Parisliler hakkında hislerime tercüman oldu. Oyunun tek oyuncusu Olivier Giraud, bu oyunu oynamak için bütün tiyatroları dolaşmış. Ama herkes onunla dalga geçmiş, Paris'te Paris'lilerle dalga geçen tek kişilik bir oyun oynayacaksın ve üstelik bu İngilizce olacak, olacak iş değil demişler. Biz gittiğimizde, salon ağzına kadar doluydu. Salonun yarısı fransız, yarısı yabancıydı ve oyunun sonunda herkes çok çok eğlenmişe benziyordu. 

İşte aşağıda oyunun afişinden bir bölüm:

Come and discover the only one man show in Paris
You love Paris but you think that parisian are rude! You're right, they are!
You are too nice and you want to become arrogant!

Rica ediyorum aşağıdaki video'yu izleyin, ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.

Saturday, February 12, 2011

Korku ve Paranoyalarım @Paris

Evet itiraf ediyorum, ben burada metrolarda çok korkuyorum. Hem gece, hem gündüz. Ama daha çok gece... Gece dedigim de, zaten metro haftaiçi 1, haftasonu 2'de kapanıyor. Saat 10'dan sonra rahat rahat korkabilirsiniz ama.

Aslında hiç de ırkçı sayılmam, oldukça hümanistimdir de aslında. Ama kendimi engelleyemiyorum, korkuyorum işte zencilerden, napayım...Hep o Amerikan filmlerinin New York'ta bir ara sokakta masum bir beyazı köşeye  sıkıştıran zenci profili yüzünden oluyor bunlar! Sanki göz  göze gelirsem, onla dalga geçtiğimi, küçümsedigimi sanacak diye ödüm kopuyor.

Ve geçen gün, saat 11 filan. Poissonière'de indim, çok tedirginim, çünkü Pazar akşamı ve kimse yok sokakta ve ben topuklu ayakkabılarım ve kabarık saçlarımla acele acele yürüyorum dikkat çekmemeye çalışarak... ve evet, sonunda oldu korktuğum. Bir Doğulu tipli(zenci değil), yanıma yaklaştı, " Bon soir Mademoiselle" dedi ve benim o anda kalbim normal hızının 15 katı filan hızlı atmaya başladı. Tek tesellim, daha bir saat önce bu korkumdan bahsettiğim arkadaşlarımın bana "En fazla konuşurlar, action'a geçemezlar." demiş olması:) Neyse öyle de oldu nitekim.

Hemen ertesi gün, saat 8 filan. Gare du Nord'a(Garların olduğu mahalleler de pek tekin sayılmaz) yürüyorum, yine tedirginim ama saat daha erken... Bir önceki akşamı düşünerek, şunu diyorum kendi kendime: "Bence esas korkulacak olanlar zenciler değil, Doğulular belki de." Evet, aklımdan bunu geçirdikten yaklaşık 30 saniye sonra, bir zenci yanıma yaklasıp, adımı sordu, korkudan napacağımı bilemedim tabi ki... Acaba "I don't speak French" mi desem diye düşündüm:) Sonra tabi ki de cevap vermedim, o da agzın yok mu, niye konuşmuyorsun filan dedi, sonra gitti.

Bir fransız arkadaşıma göre, Paris oldukça güvenli, bunda korkulacak hiçbir şey yok ve insanların seninle konuşmalarını yasaklayamazsın... Bu mudur yani!?!



Peki Istanbul çok mu güvenli? Tabi ki de hayır... Ama işte, galiba bilmedigi seyden korkuyor insan...

Thursday, February 10, 2011

Pierre Hermé, yeni fotograf makinem ve Darty

Arkadaşım Antoine'dan öğrendiğime göre artık La Durée out, Pierre Hermé in'miş. Hem La Durée artık çok turistikmiş, hem de Pierre Hermé'nin makaronları daha iyiymiş. Pierre H.'nin çikolataları ve pastaları da daha iyiymiş ama biraz daha pahalıymış. Bakalım neymiş bu Pierre Hermé yakında göreceğim, tadacagim ve buraya yazacagim:)
PS: Bugün Mathilde'den öğrendiğime göre de Pierre Hermé zaten La Durée'nin eski şefiymişmiş:) Dedikodu rocks!

İkinci olarak da, dün Darty'de 1 saat süren fotograf makinesi alma girişimim sonunda Canon EOS 550D'mi almış bulunuyorum:) Darty'de çalışanların yavaşlığı, sistemlerinin verimsizliği sonucunda arkadaşımla olan randevumu da iptal etmek zorunda kaldım. Bir de makineme tüm dünyada geçerli bir sigorta yaptırdım, olur da düşürürsem, çalınırsa, suya düşerse vs. diye. Sizin de aklınızda bulunsun... Ancak makinenin Darty tarafından verilen 2 yıllık garantisi, sadece üretim hatalarını kapsıyor. Ve eğer makinede bir sorun çıkarsa, Fransa Darty'e göndermem gerekecek. Hani nerede küreselleşme? Nerede çokuluslu, devlet gibi dev şirketler? Bir yerlerde bir yanlışlık var...

Wednesday, February 9, 2011

Fotograf Sergisi @Paris

Evet, dun 1i cok ilginc digeri az ilginc olmak uzere 2 fotograf sergisine gittim.
Çok ilginç olanından bahsedeceğim sadece, Peurs sur la Ville( Sehir üzerine korkular)... Tespitler:

-Hahaha onlar da Dogulular gibi acı cektiler bir vakitler. Bkz. II. Dünya Savaşı'nda Paris'in işgali.
Barikat-1944 Paris

-Onların da polisleri insanları tekmelediler, yaraladılar ve hatta öldürdüler protestolar esnasında. (Bkz. 1961 Katliamı-Cezayirlilerin bağımsızlık için Paris'te yaptıkları isyanlar sırasında- ve bkz. Mayıs 1968-öğrenci ve işçi gruplarının müthis isyanlar çıkardıkları ve Fransız toplumunun bugunkü sosyal yapısının temeli olarak görülen dönem)

Paris- Mayıs 1968

Peki yıllardır barışın, özgürlüğün ve demokrasinin hüküm sürdüğü bu şehir, tekrar bir savaşa sahne  olur mu? Hayal etmek bile zor, değil mi?

İşte, serginin son kısmı bunu hayal etmenize yardımcı oluyor.Yıllardır barış içinde yaşayan Paris'i; Beyrut, Bosna, Afganistan ve Çeçenistan'daki savaslara tanıklık etmis Patrick Chauvel'in savaş içinde hayal etmesiyle ilginç fotograflar ortaya çıkmış. Chauvel, oralardaki savaş sahnelerine arka plan olarak, Paris'in en bilindik, en estetik, en huzurlu mekanlarını eklemiş ve aşağıdakiler ortaya çıkmış.


Arc de Triomphe(Zafer Takı) savaş esnasında
 Pont Alexandre III

 Montmartre
Ne dersiniz? Paris de bir gün bir New York olabilir mi?

 
La Tour Montparnasse(Şehrin en yüksek yapısı) boooommm!?!




Monday, February 7, 2011

La Durée(Paris)

Bugün, Jardin de Tuileries'deki Musée d'Orangerie'den sonra rue Royal'deki La Durée'de tatli-kahve molasi hediye ettim kendime. Zaten hava inanılmazdı, Jardin de Tuileries insanı mutlu etmek icin yetiyordu. Ama ustune, "Millefeuille pralinée"(Pralinli Milföy), gunumu taclandırdı.:) Kesinlikle yerken, kendimden gectim. Hic bitmesin istedim...vs:)

Yani, özet: La Durée'de sadece macaron degil, tatli da yiyiniz.

Musee d'Orangerie (Paris)

Evet, bugün Musee d'Orangerie'ye gidildi. Orangerie; Louvre, Musee d'Orsay ve Centre Pampidou'dan sonra eger vakit varsa mutlaka gorulmesi gereken bir müze. İlk sebep, Monet'nin inanılmaz buyuklukteki Nympheas eserleri (Giverny'deki bahcesini resmettigi, aynı seyden yola cıkarak kac kere nasıl bu kadar farklı hissettirebilir dye dusunduren eserleri)

Ikincisi, Renoir ve Cezanne'in hatiri sayilir sayida eseri.

Ucuncusu de, Modern Primitifler olarak siniflandirilan Douanier(Rousseau), Amedeo Modigliani ve Marie Laurencin gibi benim daha once karsilasmadigim sanatcilari barindirmasi. Onlari gormek, Picasso ve Matisse'le(onlarin da eserleri sergileniyor) karsilastirmak acisindan faydali. Aralarindaki benzerlikler insani oldukca sasirtiyor.Özellikle, bu kadar benzerlikler varken, neden onlarin adını daha önce duymadıgımız(en azından cogumuzu varsayıyorum) sasırtıcı...

Kucuk bir not: Müzede butun açıklamaların ve etiketlerin sadece Fransızca olmasını boyle onemli ve buyuk bir muzeye yakıstıramadım.